Gelenekten Geleceğe Yürümek ve 27 Nisan’ı Anlamak

27 Nisan fedai Kuşağın Manifestosudur!

Bu topraklarda halkların kurtuluşu için…

Bu topraklarda zulme karşı…

Bu topraklarda özgür bir gelecek için…

Bu topraklarda çocuklar aç yatmasın diye…

Bu topraklarda din, dil, ırk ayrımıyla zulme uğrayanlar için…

Bu topraklarda eşit, özgür bir gelecek için…

Bu topraklarda sosyalizm için…

DİRENİŞ HİÇ EKSİK OLMADI!

Yine Nisan, yine kavganın şehri İstanbul’un üstüne duman çökmüş, sis basmıştı, yine kavga ve kurtuluş sloganları yükseliyordu İstanbul’un üstüne. Evet, yine Nisan, yine kavga vardı, geleceğe inancın, halklara adanmışlığın ve umudun kavgasının sesi yankılanıyordu…

Faşist devlet ve çetelerin zırhlı araçlar ve ağır silahlarla kuşattığında, komutan Orhan yoldaş, “teslim ol” çağrısına, dava insanı olma, davaya adanmışlığın özgüveniyle, faşizme karşı öfke ve halkların kurtuluşuna inancını ifade eden kararlılık ve sloganlarla yanıtlıyordu; “Emperyalizme karşı, faşizme karşı, Siyonizm’e karşı savaşıyoruz… İsmim Orhan Yılmazkaya, Devrimci Karargâh savaşçısıyım. Bu kavga bitmeyecek. Bombam çok, mermim çok, silahım çok. Son ana kadar savaşacağım… “

Şeyh Bedreddin, Pir Sultan, Dadaloğlu, Köroğlu, Sultan Ahmet meydanında darağacına yürürken; “Bugün biz gidiyoruz ama bu topraklara mutlaka sosyalizm gelecek…” diyen Ermeni sosyalist Paramaz ve yoldaşlarıydı, Suphi ve yoldaşları… Her dönem zulmün karşısına dikilen, zulme boyun eğmeyenler bu topraklarda hiç eksik olmadı.

Sonra ML bilimiyle yoğrulmuş genç fidanlar geldiler. Faşizmin kuşatmalarında son kurşuna kadar çatışıp şehit düşerken, kendisinden önce yoldaşını düşünen, kollayan Hüseyin Cevahir, zindanları aşıp darağacına gönderilmek istenen Deniz, Yusuf, Hüseyin, ne pahasına olursa olsun, o sehpa yolunda çekip almak isteyen Ulaş Bardakçı vardı. Ulaş yoldaş son kurşununa kadar çatışan “Bize ölüm yok“diye haykıranımızdı. Onlar teslim olmama geleneğini yaratanlarımız oldular.

31 Mayıs’ın 1971’inde Sinan Cemgil, Kadir Manga, Alpaslan Özdoğan Nurhak’ta özgür bir gelecek için, bir şafak vaktinde bayraklaştılar.

Sonra canları gibi korudukları sevdikleri vardı, Türkiye devriminin önderi ve bilgesi Mahir Çayan, „devrimciler darağacına yollanmak istediği yerde, ölümüne de olsa biz onların yanında olmalıyız, onlar için gerekiyorsa kendimizi feda etmekten çekinmemeliyiz…“diyen Mahir Çayan ve ON’lar, bu kez Niksar’ın Kızıldere köyünden haykırıyordu; „Biz buraya dönmeye değil, ölmeye geldik, cesaretiniz varsa erleri geri çekin rütbeliler gelsin“ diyen Mahirdi…

Sonrası mı, sonrası bir kez tohum düşmüştü toprağa ve her yanda filiz veriyordu. Birer, ikişer, onar nice Ulaşlar, Hüseyinler, Mahirler gözünü kırpmadan ölüme meydan okuyarak düştüler toprağa.

Bu mirasın yarattığı gelenek on binler, yüz binler oldu ve ülkenin her yanına yayıldı. Ardından yine zulüm ve katliamlarla bir kez daha kesintiye uğradı kavga…

Sonra uzun bir sessizlik oldu. Adeta ölü toprağı serpildi sanki her yere. O öncü önder kuşakların fedai duruşları, gözünü kırpmadan ölüme koşanlar sanki unutuldu. Sistemin sağladığı, izin verdiği ölçüde basın açıklamaları ile bu miras ve gelecek üzerinde tepinilmeye başlandı.

Hemen yanıbaşımızda, içimizde, mahallemizde, okulumuzda, işyerimizde, birlikte gülüp, birlikte ağladığımız Kürt halkının uğradığı katliam ve zulüm karşısında Kürt özgürlük mücadelesi ve Türkiye devrimci hareketinin geleneği olan fedai duruş adeta yok sayılmaya, unutulmaya, ya da sadece basın açıklamalarıyla geçiştiriliyordu. Ama birileri vardı ki, tüm bunları elini tersiyle bir yana itenler…

Birileri vardı; „Yaşasın halkların kardeşliği yetmiyor “, „yaşasın halkların kan kardeşliği”, diyenler. „Kürt özgürlük mücadelesi ve Türkiye devrimci hareketi kenetlenmedikçe, yan yana durmadıkça bu faşist düzen, bu faşist zulüm yenilmez. Halkların bağımsızlık, özgürlük ve kardeşçe eşit şartlarda, bir arada yaşaması sağlanamaz “, diyenler.

İşte bunu diyenler, medya savunma alanlarında Kürt özgürlük mücadelesiyle kardeşleşerek, terleri, kanları, hüzünleri ve gülüşleri birbirine karışıyordu. Ve adım adıma gelenekten geleceğe, fedai devrimci kuşağı yeniden hatırlatmaya ve onu yaşatmaya çalışanların hazırlıkları mayalanıyordu.

Bu mayalanan inanç ve öfke, 27 Nisan 2009 yılında adeta ülkenin gök yüzünde patlayan bir bomba gibi yankılandı İstanbul semalarında. Çok sakin, duru ve pürüzsüz bir sessizlikti. Sanki yoldaşlarıyla bir sohbeteymişçesine sakince fedai kuşağın manifestosunu okuyordu. Binlerce polisin kuşatmasında, üzerine yağmur gibi yağan kurşunlar altında kendisini katletmeye gelen polis şefini etkisiz hale getirerek, onun elinden aldığı telsizden haykırıyordu;

‘’İsmim Orhan Yılmazkaya, Devrimci Karargâh savaşçısıyım. Bu kavga bitmeyecek. Bombam çok, mermim çok, silahım çok. Son ana kadar savaşacağım. (…). Teslim olmayan bir feda devrimci kuşağının layığı olmaya çalışacağım. Türk ve Kürt halklarının mücadele birliği için savaşıyoruz. İşçilerin, emekçilerin mücadele birliği için savaşıyoruz. Emperyalizme karşı, faşizme karşı, Siyonizm’e karşı savaşıyoruz. Yaşasın devrim ve sosyalizm. Yaşasın halkların kardeşliği. Yaşasın Türk ve Kürt halklarının mücadele birliği. Biz düşeceğiz fakat bizden sonra bu kavga mutlaka sürecek. Nasıl binlerce yıldan beri sürdüğü gibi. Thomas Müntzer’lerden, Şeyh Bedreddin’lerden bu yana sürdüğü gibi. Mahir Çayan’lardan, İbrahim Kaypakkaya’lardan, Deniz Gezmiş’lerden bu yana sürdüğü gibi…”

Evet, komutan Orhan Yılmazkaya yoldaş bir kere daha fedai kuşağın manifestosunu hatırlattı ve yürünmesi gereken yolu ortaya koyuyordu. „Fedai kuşağa layık olacağım“derken, onlara değil sadece layık olmak, onların bıraktığı mirasın devamcısı olarak yeni yürünecek yolun taşlarını döşüyordu.

İşte Orhan yoldaşın bu direnişidir Türkiye devrimci hareketinin sinmişliğini parçalayan, altta kitlelerce bir basınç yaratılmasını sağlayarak onun çizdiği güzergahta Türkiye Devrimci Hareketi Medya Savunma Alanlarına yöneldi. Ne demişti komutan;  „Bizden öncekilerin ayak izlerine basarak yürüyeceğiz“. Ve işte ondan sonra Orhan yoldaşın ayak izlerini takip edenler Kürdistan dağlarına yöneldiler.

Ardından açılan bu yol, Rojava da gerçekleşen devrim ve bu devrimi yok etmek isteyen, uluslararası güçler ve faşist TC’nin desteklediği, beslediği çetelerinin devrimi yok etme çabalarının karşısında Kürt yoldaşlarıyla kenetlenerek, yoldaşlaşarak aynı mevzilerde devrimi savundular. Başta Kobanê savunması olmak üzere, karanlığın cellatları ve planları karşısında dünya insanlık tarihinde aydınlığın kapısını açarak yürüdüler, yürüyorlar…

Mahir’lerden, Deniz’lerden, İbo’lardan ve Agit’lerden 12 Temmuz’dan, 16-17 Nisan ve 6 Mart’a devralınan miras, bu kez de Orhan yoldaşın şanlı direnişi ve fedai duruşuyla bir kez daha yaşanıyor, bir adım daha ileri taşınıyordu.

Bu sebeple bugün içinden geçtiğimiz tek adam diktatörlüğü denen faşist baskı, şiddet, yok etme kıskacı karşısında tarihimizden dersler çıkararak, oradan aldığımız güç ve inançla yürüyoruz.

6 Mart’an, 8 Mart’ta, 12 Mart Alevi kıyımı, 16 Mart’a öğrenci gençliğe yönelik katliam, 30 Mart Kızıldere’ye ve Nisan’ın 16-17 Nisan 1992 Sinan’ların, Sebo’ların sesi yükselmişti, tıpkı Orhan’ın sesi gibi. Gökyüzünü yırtarcasına; „Siz bizim teslim olduğumuzu nerde gördünüz, cesaretiniz varsa gelinde teslim alın“diyenlerimiz. İşte yıllar sonra yine bir Nisan ayının 27’sinde, hem de Sebo’ların sesiyle İstanbul semaları hemen birkaç mahalle ötesinde bu kez Orhan’ın sesiyle yırtılıyordu. Nisan’dan Mayıs’a evrilirken 27 Nisan şanlı direnişinin yarattığı etkiyle yıllar sonra ilk kez 1 Mayıs işçi sınıfının mücadele ve kavga günü 1 Mayıs meydanı Taksime akıyordu. Yine bir Nisan günüydü Sinan, Kadir, Alpaslan, Nurhak şafaklarında bayraklaşanlarımızdılar. Mayısın 6’sında bir şafak vakti, bir bayrama gider gibi, başları dik halklarına bağlılığı ve sosyalizm sloganlarıyla yürüyen Deniz, Yusuf, Hüseyin tarih yazıyordu. Ardından bir 18 Mayıs’ta ser verip sır vermeyen İbrahim Kaypakkaya işkence hanelerde destan yazıyordu.

İşte tarih, işte yürünecek yol, Mart’tan Nisan’a, Nisan’dan Mayıs’a kavga geleneği, fedai kuşağın yarattığı gelenekten öğreniyor, onların bizlere bıraktığı mirasla yürüyoruz.

Bizler çok iyi biliyoruz ki; Bir nehir gibidir halkın umudu. Ve o nehri besleyen sular vardır. Karanlığın bekçileri, umudun cellatları durdurmak isterler bu suları. Engeller dikerler önüne, çağlamasın, kurusun isterler. Ama bilmezler ki, durdurulamaz bu akış. Önü kapanan sular birikir, kabarır, taşar ve yıkıp geçer engelleri, eklenir nehrin gümbürtüsüne. Ve hep birlikte ulu dağları, ıssız vadileri aşıp ulaşır okyanusun enginliklerine. İşte böyledir halkın umudu da.

Bu umut uğruna, bu kavga uğruna yüzlercemiz düştük, kanla suladık toprağı ama kanımızı dökenlerde hesap sorduğumuza da tanıktır tarih.

İşte bugün içinden geçtiğimiz sıkıntılı ve zorlu süreci aşmanın ve zafere taşımanın biricik yolu, bu tarihi iyi okumak ve bilince çıkarmaktan geçiyor.

Onlar bayraklaşarak ölümsüzleştiler ama Engels’in dediği gibi; “Sert bir çarpışmadan sonraki yenilgi, devrimci değeri kolayca kazanılmış zafere eşit bir olaydır!” sözlerini anımsamalıyız…

Mart’tan Nisan’a, Nisan’dan Mayıs’a bu gelenek bizim, bu kavga bizim. Kavga sürüyor yoldaş sürecek;” Bitmedi daha sürüyor o kavga sürecek, yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!”

27 Nisan Fedai Kuşağın Manifestosudur!

Komutan Orhan Yılmazkaya Yoldaş ölümsüzdür…

Yolumuz devrim yolunda destan yaratarak ölümsüzleşenlerin yoludur…

Kavga sürüyor!

24 Nisan 2023

Önceki İçerikDEVRİMCİ KADIN ÖRGÜTLENMESİ
Sonraki İçerikYaşasın Filistin halkının haklı ve meşru mücadelesi